Herkese merhaba,
En ufak fırsatları değerlendirip gezmeye, yeni yerler keşfetmeye aşık olan tipler olduğumuz için 2018’in son gezisini yapmadan yıla veda etmek istemedik. Türkiye’de birçok yere kar yağmaya başlasa da burada havalar sadece akşamları çok soğuyor. Gulf Stream denilen sıcak su akıntıları sayesinde Londra’ya neredeyse hiç kar yağmıyor (Geçen sene çok şanslıydık. Seneler sonra burada kar görüldü) Bulutlu ama 12 derece olan bu cumartesi gününü fırsat bilip, rotamızı Oxford’a çevirdik.
Londra’ya 80 km olan bu kente yaklaşık bir buçuk saat süren yolculuk sonrası vardık. Motorla gelmek istemezseniz Londra’dan çok sık kalkan tren ve otobüslerle de ulaşabilirsiniz. Oxford, adanın güney doğusunda yer alıyor. Günübirlik bir gezi burası için yeterli. İlla kalmak isterseniz çok fazla konaklama alternatifi olmadığı için hızlı doluyor. Önceden rezervasyon yaptırmanızı tavsiye ederiz. Birkaç saatliğine herşeyi geride bırakıp, bu hayal şehrinde büyülü yerleri görmek oldukça keyifliydi. Parke taşlı sokakları , yüksek yosunlarla kaplanmış taş duvarlı binaları, kocaman ahşap kapılarıyla kalbimizi fethetti diyebiliriz. Dünyanın en eski ve prestijli üniversitelerinden biri olan Oxford Üniversitesi’nin bulunduğu bu şehirde çok fazla öğrenci bulunuyor. Oxford Üniversitesi aslında tek bir üniversite değil. Şehir aslında üniversiteler üzerine kurulmuş diyebiliriz. Kuruluş tarihi tam olarak bilinmesede 1096’dan beri eğitim verildiği söyleniliyor. Bünyesinde 30’dan fazla kolej bulunduruyor. Herbir kolejin adı farklı ama hepsi Oxford Üniversitesi’ne bağlı. Burada okumak gerçekten çok muazzam olabilirdi. Kolejleri, kütüphaneleri, öğrencileri görünce iç geçirdiğimiz doğru 🙂
Sokaklarından, taş binalarından, kütüphanelerinden, okullarından, müzelerinden, sanat galerinden tam bir tarih fışkırıyor. Yürüyerek ya da bisikletle bir günde rahatça gezebileceğiniz bu kentte ulaşım otobüslerle sağlanıyor. Londra’da görmeye alışık olduğumuz kırmızı otobüslerin turuncu, mor varyasyonlarını burada bolca gördük. Her köşede, her meydanda bisikletler için park yerleri yapılmış. Hemen hemen herkesin bir bisikleti var.
Motorlar için şehir merkezinde ücretsiz otoparklar bulunuyor. Birine parkedip, şehri keşfetmeye başladık. İlk durağımız aslında birşeyler yemek için Grand Cafe olsa da yolda gördüğümüz yerlere girmeden geçemedik. Burası gerçekten tam bir kültür şehri diyebiliriz.
Fudge Kitchen
Biranda karşımıza çıkan bu yerde insan delirebilir. Fudge çok yoğun ama oldukça lezzetli bir tatlı. Bir dilimini 5 kişi anca bitirebilirsiniz. Ufacık birşey gibi görünse de tadı çok yoğun olduğu için çok fazla yiyemiyorsunuz. Küçücük dükkanda kendi üretimlerini yapıp, satıyorlar. Nasıl yapıldığını izleyebilirsiniz. Ayrıca ikramda da bulunuyorlar. Almadan önce tadıp, deneyebilirsiniz. Oldukça güler yüzlüler. Biz klasik deniz tuzlu ve Belçika çikolatalı olanları aldık. Uzun süre bozulmadan evde durabiliyor.
Tirinity College
En önemli kolejlerden biri olan Tirinity ilk günkü ihtişamı ile hala duruyor. Girişi ücretli. 1555 yılında açılan bu kolej görülmeye değer.
Divinity School ve Bodleian Kütüphanesi’ni sadece dışarıdan görebildik. İkisi de kapalıydı. Oxford Üniversitesi’nin ana araştırma kütüphanesi olan Bodleian Kütüphanesi Avrupa’nın en eski kütüphanelerinden birisi. On iki milyonun üzerinde esere sahip olan kütüphane İngiliz Kütüphanesi’nden sonra İngiltere’nin en büyük ikinci kütüphanesiymiş.
Christ Church
Harry Potter filminde bazı sahnelere ev sahipliği yapan bu kilise Oxford Üviversitesi’ne bağlı 1546 yılında Kral Henry VIII tarafından kurulmuş olan bu kolej aslında. Hogwart Salonu namı diğer Great Hall’da burada yer alıyor. Filmi izleyenler hatırlarlar. Öğrencilerin ve öğretmenlerin yemek yediği büyük salon. Bünyesinde hem okul hem de kilise bulunuyor. Girişi ücretli. Bazı günler kapalı olabiliyor. Gitmeden önce internet sitesinden mutlaka bakın. Şehrin merkezinde yer alan bu okulda Albert Einstein da ders vermiş.
Radcliffe Camera
Şehrin simgesi ne diye sorsalar direk burası gösterilebilir. Bu yuvarlak bina Oxford Üniversitesine bağlı bir kütüphane ve okuma odası aslında. 1737-1749 arasında bir bilim kütüphanesi olarak inşa edilmiş. İçine girip gezebilirsiniz. Maalesef kapalı olduğu için biz giremedik.
University Church
Bu kütüphanenin hemen karşısında yer alan University Church of St Mary the Virgin yer alıyor. 13. yüzyılda inşa edilen kuleye ücret karşılığında çıkılabiliyor.
Kiliseden çıkıp sola doğru kıvrıldığınızda karşınızda muhteşem köprüyü göreceksiniz.
Bridge of Sighs
Şehrin en ironik yapılarından birisi de bu köprü. New Collage Line üzerinde yer alan Hertford Koleji’nin iki bölümünü birbirine bağlıyor. 1914 yılında inşa edilmiş fakat daha eski duruyor. Venedik’teki Rialto köprüsüne biz çok benzettik. Sizce de benzemiyor mu?
Clarendon Binası
Oxford Üniversitesine ait olan binalardan biri hemen Bilim müzesinin ve Sheldonian tiyatro binasının yanında yer alıyor.
The Sheldonian Theatre
1664-1668 yılları arasında yapılan çok görkemli bir bina burası. Bilet alarak içini gezmeniz de mümkün. Tam 1.000 kişi kapasiteli bu görkemli bina çeşitli konserlere, konferanslara ve üniversitenin büyük törenlerine ev sahipliği yapıyor.
Grand Cafe
1650’den beri hizmet veren Grand Cafe ise İngiltere’nin ilk kahve dükkanı. Buraya uğramadan kesinlikle ayrılmayın. Kapıda yaklaşık 10 dk bekledikten sonra bu sevimli dükkanda yer bulabildik. Tüm adada yediğimiz en iyi scone kesinlikle burada yapılıyor. Scone aslında tatlı bir çörek, kek gibi birşey. Üzerine kaymak ve reçel sürerek yiyorsunuz. Tazecik hazırladıkları sconları, sandvichleri ve özellikle Lady Grey çaylarından tatmanızı şiddetle tavsiye ederiz.
Karnımızı doyurup, biraz dinlendikten sonra müzelere gitmek üzere yola çıktık. Müzeler 4:30 – 5 gibi kapandığı için internet sitelerinden gitmeden kontrol etmenizi tavsiye ederiz.
Museum of the History of Science
Broad yolu üzerinde yer alan 1683 yılında inşa edilmiş, Orta çağlardan günümüze kadar kullanılan bilim araçlarının sergilendiği bir müze burası. Yarım saatimizi ayırıp hızlı şekilde gezdik. İlgimizi en çok çeken Albert Einstein’ın 1931’de Oxford Üniversitesinde kullandığı yazı tahtasıydı.
National History Museum
En az Londra’daki kadar görkemli, biraz daha küçük olan bu müzeye mutlaka uğramalısınız. Tüm müzeler gibi burası da ücretsiz. 1860 yılında bilimsel çalışmalar yapmak üzere kurulmuş. İçeride birçok hayvanın özellikle dinazorların gerçek iskeletleri bulunuyor. Jeolojik ve zoolojik birçok eserin sergilendiği bu müzenin her köşesine de bayıldık. Müzenin içersinden diğer bir müze ya da sergi salonu olan Pitt Rivers Museum’a direk erişebilirsiniz.
Müzenin çıkışında dinazor ayak izleriyle karşılaştık 🙂
Pitt Rivers Museum
Burası dünyanın her bir köşesinden getirilmiş eserlerle dolu bir müze. Girişi ücretsiz. Antropoloji ve arkeoloji’ye ait sayısız eser bulmanız mümkün. Bağışçılar ya da müzedeki bilir kişiler tarafından eserler dünyanın herbir tarafından toplanıyormuş. Asansörle en üst kata çıkarken müzedeki görevli nece konuştuğumuzu sordu. Türkçe diyince bildiği Türkçe kelimeleri saymaya başladı 🙂 Uzun zaman önce Türkiye’ye gelmiş. Birçok şehri gezmiş. Müzede Türkiye’den getirelen tüm eserleri bizimle paylaştı. Vedalaşıp ayrıldık. İşte güzel memleketimden birkaç eser.
Ashmolean Museum
Şehrin en eski müzesi burası. Londra’da olduğu gibi tüm müzeler ücretsiz. 1683’te açılmış olan bu müzede çok ünlü ressamların eserleri, tabloları, porselenler, gümüşler, eşi benzeri olmayan müzik aletleri sergileniyor. Özellikle Antik Mısır ve Doğu’nun sanat eserlerine ilginiz varsa mutlaka uğramalısınız. Biz vaktimiz olmadığı için bu seferlik uğrayamadık.
Caddeleri gezmeden elimizdeki eşyaları bırakmak için motora döndüğümüzde park yerine bu kırmızı scooter geldi. Lastiğinin patlak olduğunu, dikkatli olması gerektiğini sahibine söyledik. Yanımızda karbondioksit tüplerinin olduğunu isterse yardım edebileceğimizi söyledik. Severek kabul etti. Küçücük lastik olduğu için bir tüp fazla bile geldi. Vedalaşıp, yolumuza devam ettik.
Cornmarket ve Queen Caddeleri
Hava kararmaya başladığında Oxford’un en meşhur caddelerdeki yılbaşı ışıkları yanmaya başlamıştı. Sokak sanatçıları, turistler, öğrenciler sayesinde bu şehrin çok hareketli olduğunu söyleyebiliriz. Alışveriş için çok fazla dükkan ve mağazalar bulunuyor. Hatta Londra’dan buraya Outlet mağazalara getiren günü birlik turlar dahi bulunuyor. Bicester Village adı verilen çok ünlü markaların outletlerinin bulunduğu açık bir alışveriş merkezine de ilginiz varsa uğrayabilirsiniz.
Yol üzerinde denk geldiğimiz Cornish Pasty’den yemeden ayrılmak istemedik. Daha önceki yazılamızda bahsettiğimiz bu atıştırmalık aslında büyük etli bir poğaça gibi. Sıcacık mis kokulu Pasty’mizi müzik eşliğinde yiyip, sokağın ve yılbaşı temalarının tadını çıkardık.
Oxford Castle and Prison
Kale ve zindanları görmeye geldiğimizde maalesef kapanmıştı. Zindanlar çok yakın bir tarih olan 1996’ya kadar kullanılmış. Çeşitli turlar bulunuyor. Gerçek hapishane hikayelerinin anlatıldığı çeşitli turlar düzenleniyor. Katılmayı istesekte mümkün olmadı. Bizde birkaç fotoğraf çekip yolumuza devam ettik.
Oxford Thames Nehri
Kış nedeniyle yapamadıklarımız arasında Punting vardı. Punting aslında İngiltere’de hemen hemen her şehirde ya da köyde nehirde yapılan ata sporu gibi birşey 🙂 Özel bir kayığı kürekle çekmek yerine uzun bir sopayla nehir tabanından güç alarak itip, yön vererek hareket ettiriyorlar. Hem nehrin yükselmesi hem de hava nedeniyle turlar kış döneminde yapılmıyormuş. Bir daha Oxford’a gelmek için bahanelerimiz artık hazır 🙂
Nehre geldiğimizde hava iyice kararmıştı. Nehir kenarında gördüğümüz bu sevimli barda oturup birşeyler içebilirsiniz.
Dönüşte yine en kalabalık caddelerinin içinden yürüyerek motorumuzun yanına geldik. Oxford gerçekten görülmeye değer küçük bir şehir. Yolunuz şayet Londra’ya düşerse ne yapıp edip Oxford’u da görmeden geri dönmeyin.
Herkese şimdiden sevdikleriyle sağlıklı, mutlu, bol seyahatli harika bir yıl diliyoruz. Sevgiyle kalın.
Bir Cevap Yazın